profile

L'ARTES E-BÜLTEN

Defterimdeki notlarımı paylaşıyorum.

Oct 19 • 7 min read

Ya Kaygıdan Kaçman Gerekmiyorsa?


L'ARTES NOTLAR

19 Ekim Pazar

Geçen haftaki yazıya bağışta bulunan Hümeyra'ya huzurlarınızda teşekkürlerimi sunuyorum. Beni çok mutlu ettin. Teşekkür ederim Hümeyra.

Bazılarınıza yeni bir bakış sunacak, bazılarınıza da ‘biliyoruz da yapamıyoruz’ diyecekleri bir L'artes notu getirdim. Şamanlardan psikiyatrlara, mistiklerden nörobilimcilere, terapistlerden internet gurularına, şairlerden romancılara kadar herkesin hakkında en az bir kez konuştuğu o muhteşem olgu.

Kaygı.

Romanlar kaygıyı hem malzeme hem de yaratıcı itki olarak kullandılar. Yetmedi, kendini her şeyde olduğu gibi şiirlerde de gösterdi. Belki de kaygıyla en geç ama sistematik ilgilenen alan ise Psikoloji oldu desem abartmış olmam.

Dostoyevski’nin karakterleri, Kafka’nın labirentleri, Virginia Woolf’un bilinç akışları… Hepsi kaygının farklı yüzlerini, insanın bilinmezle temasını hissettirir. Bu damar, kökenini belki de yakın dönemin kaygı denince akla gelen ismi Kierkegaard’ın, kaygıyı insanın varoluşunun ayrılmaz koşulu olarak tanımladığı o ilk felsefi sezgide buluyor diyebiliriz.

Hatırlayın, onun için kaygı bir hastalık değildi, ‘özgürlüğün baş dönmesiydi’. Derin bir ürpertiydi… İnsanın sonsuz olasılıklar karşısında duyduğu ama karşısında genelde uyanıklığı değil uyumayı tercih ettiği derin bir ürperti.

Şiirde de derin ve çıplak biçimde belirmişti. Kierkegaard’ın ‘özgürlüğün baş dönmesi’ dediği o varoluşsal titreme, Rilke’de yaratıcı bir dönüşüme, Eliot’ta zamanın ve anlamın parçalanışına, Auden’da savaş sonrası boşluğun yankısına, Blake’te ise karanlığın içindeki ilahi gerilime dönüştü.

Rollo May’in işaret ettiği gibi, kaygı bu sanatçılarda bir yıkım değil, doğum sancısıydı.

Freud ise onun hakkında, çözümü zihinsel varoluşumuzun tümüne ışık tutacak bir bulmaca ve bir düğüm noktası diyordu.

Evet herkesin ortak itirafıydı; kaygı insanın kendine, özgürlüğüne ve anlamın sınırına temas ettiği en enteresan eşiklerden biriydi.

Korkmayın, içinizden doğup vücudunuza yayılan bu coşkun gerilimi ve onun size yaptıklarını anlamak ve dönüştürmek için ne Kierkegaard, ne de Rilke okumanıza gerek var.

Kaygıyla ana rahminden beri gelen birlikteliğe ‘bilinçli tanıklık’ etmeye başlayıp, çıkarımlarınızı hayatın acılı sınavlarında test ettiğinizde, Rollo May okumanıza gerek kalmadan, iyi bir rehberin yokluğunda dizleriniz kanayacak bile olsa, yolunuzu bir şekilde bulursunuz. Nereden mi biliyorum?

Kaygı ve kaygılarım üzerine günlüklerime aldığım kişisel notlarımı birisi okusaydı, Rollo May’den kopya çektiğimi, ya da varoluşsal uyanıklık ve olasılıklar karşısında gelen baş dönmesi üzerine düşüncelerim hakkında Kierkegaard’dan esinlendiğime yemin edebilirdi ama ben o notları binbir sıkıntı ile kişisel tecrübelerimden günlüklerime işlerken hiçbirini okumamış, hiçbiriyle tanışmamıştım. Hala da tanışmış sayılmam. Ben yolumu genelde okumaktan ziyade yazarak bulurum desem abartmış da olmam.

Yalnız, ‘okumadan zaten bunları biliyordum’ demek gibi çiğ bir şeyin peşindeyim sanmayın arkadaşlar, yargılamak için hazırda tuttuğunuz o keskin tırnaklarınızı törpülemek üzere indirin. Sabredip ilerlerseniz bambaşka bir şey göreceksiniz. :)

Bu gösteriyor ki, anlam dünyamda, bir takım felsefi sezgiler ve varoluşsal çalkantılar arasında keşfettiğimi sandığım hiçbir şey insanlık tarihi adına yeni ve orijinal değildi. Bunları ilk söyleyecek kişi ben olmamıştım. Doğrusu günlüklerim, yaklaşık beş bin küsür yıllık yazılı tarihe yeni bir şey getiremeyecekti. Su çoktan akmış, aktığı yollar çoktan çizilmişti. Bana diyecek bir şey kalmamıştı. Dert zaten asla bir şey diyebilmek ve göstermek değil, dert yaşamaktı.

Çünkü göstermekten ziyade tecrübe ve temaşa etmek için geldiğimize inandığım bu enteresan varoluşta, dışarıdaki bir keşfi biz ne yapalım?

Dedemizin imanının bize yetmeyeceği gibi; başkasına ait iç duyuşların, biz onları kendi içimizde yeniden işitene kadar mendilini önümüze bırakıp kaçan bir şehnazdan farkı neydi ki? Kim önündeki şehrin haritası ve üstüne serpilmiş şiirlerden o şehri duyabilir? Harita ancak o şehirde kaybolursanız, şiirler de o şehirde bir şehnazın peşine takılırsanız işinize yarayacaktır. (Bu notları okuduktan sonra hatunun bana atacağı mesajı tahmin edebiliyorum. ‘Aşkım şehnaz kim’. Sensin güzelim o. Sen) Lartes’i hanıma hizmette kullanmayacaksam neyde kullanacağım değil mi arkadaşlar…

Kaygı günümüzün şahin ve motivatör gurularının dilinden yok edilmesi gereken bir düşmanmış gibi duyuluyor.

Halbuki yol düşmanla yürünmez. Öyle ki nefret bizi üzerinde hissedilen nesnenin marifetinden mahrum bırakır. Kısacası nefret ettiğimiz şeyi anlayamayız.

Belki de kaygıya yanlışlıkla kutuya eklenmiş ekstra parça muamelesi yapmayı bıraktığımızda, genelde acemi düzeyde bir tanışıklıktan doğan bu keskin ve yanlış tavırdan uzaklaşabiliriz.

Kaygıdan kurtulmamıza gerek yok. Onu doğru anlamaya çalışıp, bize göstereceği yol ve vereceği enerjiden faydalanmak mümkün.

Hayati davranışlarımızı sessizce yöneten bu çok kıymetli duygu insan olmanın merkezindeyken onu söküp atmak mümkün değil. Fakat Bir yönetim krizi içinde olduğumuz aşikar.

Yönetemediğimizi kapı dışarı etme alışkanlığımız burada sandığımız kadar işe yarayacak gibi görünmüyor. Çünkü kaygı, asla kovamayacağımız bir çalışan. Kovamayız, çünkü en hayati fizyolojik devrelerimiz ondan yardım alarak işlerini yürütüyor. Yani onsuz mümkün değil gibi. Bu nedenle onunla konuşmayı ve yürümeyi öğrenmemiz gerek.

Benim bu notları karalarken en merkezde kendime itiraf etmeye çalıştığım şey, kaygı yönetiminin bazı durumlarda utançla sonuçlanmasıydı.

Ne demek istiyorum?

Kaygı günah gibi görüldüğünde, ‘iyileşme(!)’ yolundaki insanlar azıcık kontrol ettikleri bu duyguyla yolun ortasında karşılaşıp yıkıldıklarında iki kere kaybederler.

İlk kayıp, yaşanan kaygının o saf gerilimidir. Çünkü o gerilimi enerjiye dönüştürmenin mümkün olduğuna inanmadıkları için o saf gerilimi anlık hazlar veya türlü çılgınlıklarda sönümlendirmeye çalışırlar.

İkinci kayıp ise, tövbesi edilmiş bir günahın tekrar ama tekrar işlenmesi karşısında gelen utanç ve ümitsizlik.

Aşırı çalışan kaygı devrelerimizi nasıl bize hizmet ettiririz sorusunun cevabını şu an veremem. Bunun tüm insanlık için ortak bazı çözümlerinin olması yanında, çözümün diğer yarısı kişinin dünyasından inşa edilir.

Ancak bilsek iyi ederiz!

Aşırı kaygılı hallere elbette gireceğiz. Hiç kaygı hissetmediğimizde ‘kamil veya iyileşmiş’ olmayacağız.

$5.00

Bu yazıya özel bağış

Bu bağış sadece bu yazıya özel ve bir kereliktir. 'Other amount' kısmından 1 dolarlık bağışta da bulunabilirsiniz.

Asıl odaklanmamız gereken şey; devrelerimizi alarma geçiren kaygılı anlardan, onu yaratıcı enerjiye dönüştürebileceğimiz normal anlarımıza ne kadar az çaba ve yıkımla geçtiğimiz olacak. Ve bu hemen olmayacak, hemen olmadığı diye hiç olmayacak gibi bilişsel bir çarpıtmaya da hapsolmayacağız.

Ben de benzerini yazmışım günlüğüme ancak Rollo May’in dediği gibi dersem daha çok kabul görür hahaha.

Hala ‘zihin sağlığı demek, kaygı olmaksızın yaşamak demek’ şeklindeki mantık dışı ifadeye inancımızı sürdürüyoruz. Kaygı olmadan yaşama yanılgısının, gerçeği tamamen yanlış şekilde algılama anlamına geldiğinin farkında değiliz.

Evet, Rollo May bir şeyler dedi. Kierkegaard'ı da az biraz işittiniz. E benim de kırık dökük ifadelerime denk geldiniz. Şimdi mesele bitti mi? Hayır.

Yarın bir gün bir daha kaygı hissedecek ve bu sefer yok edilip kaçılması gereken bir düşman gibi görmek yerine 'bir dakika benim şu an hissettiklerim bana bir şey söylüyor, onu bu sefer doğru okumanın yollarını bulacağım' diyeceğiz. Vakit bu gerilimi yaşama vakti. Kaçma değil, tecrübe etme vakti. Ve bunu düşe kalka yapma vakti. Ustaların bile bir kerede yapamadığı bir yerde kendine çok yüklenmeme vakti :)

Çünkü benim yahut Rollo May'in içsel keşfinin meyvesini sen ancak tohum olarak kullanabilirsin. Meyvesini ancak bu tohumu kendi ikliminde filizlendirirsen yiyebilirsin. Hatırla ki her meyvenin mevsimi var. Bazı dönemler kar yer don yersin. Bir sonraki mevsimden ümidini kesme. Ben çok kar yedim, yiyorum. Rollo May de yedi, Kierkegaard da.

Hatırla güzel kardeşim. O toprak, güneş de yiyecek rüzgar da.

------

Peki kaygının baş döndüren halinden ne anlamalı, devreleri sapıttıran türlerinden yaratıcı enerjiye nasıl geçilir? Yaşam devrelerimizi yöneten orkestranın ortasında sessiz bir karar notası gibi işlemekten çıkıp kulakları sağır eden bir gürültüye dönüştüğünde ne yapmalı?

Bilmiyorum arkadaşlar? Sizce ne yapmalı? Siz ne yapıyorsunuz? Benimle paylaşırsanız çok mutlu olurum.

Kardeşiniz

Yavuz

Lartes Notlar


$7.00 / month

Ayda 2 soğuk kahve karşılığında Gold Abonelik

-Kendi dilinde ulaşamadığın ve uzmanları tarafından yaratılmış 8-10 saatlik röportaj ve podcastlerin bilimsel makaleler... Read more

Bu e-posta size Cambridge, Massachusetts'den yazıldı.
Unsubscribe · Preferences


Defterimdeki notlarımı paylaşıyorum.


Read next ...